Uzaktan bakınca sabit maaşlı, güvenli, düzenli bir iş gibi görünüyor. “Kamuya kapağı attı” diyenler çok. Ama kamuda öğretmenlik, sadece maaş bordrosundan ya da kadro güvencesinden ibaret değil. İçinde sessiz bir mücadele, görünmeyen bir emek, adı konmayan bir yalnızlık barındırıyor.
Devlet okulunda çalışan bir öğretmenin yaşadığı döngüyü ancak o çemberin içindeysen anlayabilirsin. Her gününü görünmez sorumluluklarla dolduran, yetki verilmeden hesap veren, duygusal emeği mesai sayılmayan bir sistemin içindesin. Herkes senden verim isterken, senin nasıl hissettiğini soran neredeyse hiç kimse yok.
Ben yıllardır kamuda öğretmenlik yapan meslektaşlarımla çalışıyorum. Onları dinliyorum ve çoğunun cümlesi şöyle başlıyor: “Anlatması zor ama…”
Çünkü bu işin zorluğu, anlatılamayacak kadar katmanlı. Sadece müfredatı yetiştirmek değil mesele. Kendini korumaya çalışmak. Sınıfını, emeğini, hatta bazen sesini savunmaya çalışmak.
Bu yazımda kamuda öğretmenlikte görünmeyen emeği, sessizliği, yükü ve direnci konuşacağız. Sadece dertlenmeyeceğiz; fark etmeye, yüzleşmeye ve yeniden hatırlamaya çalışacağız. Çünkü gerçekten dönüşmesi gereken şey; öğretmenin sesi değil, bu sesi boğan yapılar.
Kamuda Öğretmenlik Ne Anlama Geliyor?
Kamuda öğretmenlik dediğimizde çoğu zaman akla sadece kadrolu çalışmak, güvenli olmak, maaşını zamanında almak gibi şeyler geliyor. Ama ben bu cümleyi duyduğumda başka şeyler hissediyorum. Sınıfa girerken bir yandan sistemin yükünü, bir yandan yılların suskunluğunu taşıyan öğretmenleri düşünüyorum.
Kamuda öğretmenlik, sadece bir iş biçimi değil; bir hayatta kalma biçimi hâline gelmiş durumda. Her gün onlarca sorumluluğun ortasında, sana verilmemiş bir alan içinde mesleğini ayakta tutmaya çalışıyorsun. Ne kadar istekli olursan ol, ne kadar iyi niyetliysen o kadar çabuk yoruluyorsun. Çünkü sistem iyi niyeti ödüllendirmiyor. Genellikle sömürüyor.
Birçok kişi için kamu okullarında öğretmen olmak ideal bir iş gibi anlatılır. Ama bu tanımın ardında çok büyük bir çelişki var. Kamuda öğretmenlik toplumun tüm yükünü içine çeken bir sistem gibi. Sen de o sistemin en sessiz taşıyıcısısın.
Öğretmenler, özellikle devlet okulunda öğretmenlik yaptıklarında, sadece çocuklarla değil; sistemle, yöneticilerle, hatta kendi vicdanlarıyla da mücadele etmek zorunda kalıyor. Bütçesi sınırlı, imkânları kısıtlı, beklentisi sonsuz bir ortamda çalışmak demek bu. Yani hem ücret hem de hiçbir şey talep etme. Hem özverili ol hem de ses çıkarma. İşte kamuda öğretmenlik böyle bir ikilemde şekilleniyor.
Bu ikilem içinde öğretmen, zamanla kendi gerçekliğinden uzaklaşıyor. Ve bu uzaklık, çoğu zaman dışarıdan hiç anlaşılmıyor.
Devlet Okullarında Öğretmen Olmanın Görünmeyen Yükü
Kamuda öğretmenlik, çoğu zaman bir şeylerin “garanti” olduğu bir pozisyon gibi görülüyor: Maaş garantili, kadro sabit, tatil bol. Ama bu tanımın ardına hiç bakılmıyor. Oysa asıl mesele, görünmeyen tarafta başlıyor. Devlet okulunda öğretmenlik, her gün sistemin açıklarını kapatmak, eksikleri tamamlamak ve bir türlü görünmeyen emeği yeniden üretmek demek.
Bu okullarda çalışan öğretmenler yalnızca ders anlatmaz. Kimi zaman rehber olur, kimi zaman veliyle kriz çözer, kimi zaman sosyal hizmet uzmanı gibi davranır. Ama bunların hiçbiri görev tanımına yazmaz. Bu emek çoğu zaman alkışlanmaz da. Çünkü alışılmıştır. Sanki olması gerekendir.
Ben bu yükü taşıyan öğretmenlerle her gün konuşuyorum. Birçoğu şunu söylüyor: “Ne kadar çok şey yaparsam, o kadar görünmez oluyorum.”
İşte bu söz, kamuda öğretmenlik yapanların yaşadığı en temel çelişkiyi özetliyor.
Sınırsızca verilen emek, zamanla normalleştiriliyor. Öğretmenin sesini yükseltmesi, “sorun çıkarıyor” etiketiyle bastırılıyor.
Kamuda öğretmenlerin yaşadığı zorluklar, genellikle ölçülemeyen, rakama dökülemeyen işler üzerinden büyüyor. Okulun düzenini öğretmen sağlar, ama sistem düzenli değildir. İnisiyatif öğretmendedir, ama yetki onda değildir. Bu da zamanla kamuda öğretmenlikte sorunların en tehlikelisini doğurur: Yalnızlık ve anlamsızlık duygusu.
Görünmeyen yük, sadece fiziksel çaba değildir. Psikolojik olarak taşıdığın sorumluluk da seni yorar. Herkesin “kutsal” gördüğü bir işi yaparken, kendini değersiz hissetmek kadar yıpratıcı çok az şey vardır.
Sessiz Ama Sürekli: Öğretmenin Günlük Emek Döngüsü
Kamuda öğretmenlik yapan biriysen, senin emeğin genellikle sessizdir. Ne fark edilir, ne takdir edilir. Ama her gün yeniden üretilir. Sabah okula geldiğinde başlayan döngü, çoğu zaman sen eve gittikten sonra da zihninde devam eder. Çünkü bu iş, sadece sınıfta olup bitenlerle sınırlı değildir. Sürekli bir hazırlık, düşünce, planlama, toparlama hâli vardır. Hem görünmezdir, hem hiç bitmez.
İşte bu yüzden birçok öğretmen, günü bitirdiğinde fiziksel olarak değil ama zihinsel olarak tamamen tükenmiş hisseder. Çünkü kamuda öğretmenlerin çalışma koşulları, sadece fiziksel değil; duygusal ve düşünsel olarak da yoran bir sistemin parçasıdır. Sürekli tetikte olmak, her şeyi kontrol etmeye çalışmak, eksiklerin seni suçlayacağı duygusuyla yaşamak… Bunlar mesai saatlerine sığmaz.
Bu döngü içinde öğretmen, bir noktadan sonra alışır. Yorulduğunu fark etmeden çalışır. Dinlenmenin ne olduğunu unutur. Bunu yıllar boyunca sürdüren birçok öğretmenle konuştum. İçlerinden biri şöyle demişti: “Artık kendimden ne zaman vazgeçtiğimi hatırlamıyorum.”
Bu cümleyi unutamıyorum.
Çünkü bu, sadece yorgunluk değil. Bu, içten içe silinmek. Devlet okulunda öğretmenin sesi, çoğu zaman duyulmaz. Bu sessizlik bir tercihten değil, bir mecburiyetten doğar. Ne söylesen boş gibi hissettirilir. Böylece ifade alanı olmayan öğretmen her geçen gün biraz daha içine kapanır.
Tam da burada durmak gerekiyor. Çünkü bu döngü sürdükçe, öğretmen yalnızca tükenmez—kendine yabancılaşır. Ve bu yabancılaşma, hem kişisel hem de mesleki bir kayıptır.
Sorumluluğu Çok, Yetkisi Az: Karar Alanından Dışlanan Öğretmen
Kamuda öğretmenlik denince aklıma hep aynı çelişki geliyor: Her şeyin sorumlusu olup hiçbir şeyin karar vereni olamamak. Okulun düzeni, öğrencinin başarısı, sınıfın disiplini, velinin memnuniyeti… Tüm bu başlıkların altında öğretmenin adı yazıyor. Ama bu başlıkların nasıl şekilleneceğine dair kararlar, çoğu zaman bambaşka yerlerde veriliyor.
Yani sistem senden her şeyi yapmanı bekliyor ama hiçbir şeye senin karar vermeni istemiyor.
Kamu eğitim sisteminde öğretmenin rolü, aslında yıllardır sessizce geriliyor. Öğretmen hem yükleniyor, hem kısıtlanıyor. İnisiyatifin kalmadığı, önerinin yer bulmadığı, fikir beyanının “rahatsızlık” olarak algılandığı bir yapının içinde var olmaya çalışıyorsun.
Bu durum sadece seni yormuyor; senin kendine duyduğun güveni de zedeliyor.
Bunu en çok nerede fark ediyorum biliyor musun? Öğretmenlerle birebir çalışırken, çok değerli fikirleri olduğunu ama bunları dile getirmekten çekindiklerini görüyorum. Çünkü “rahatsızlık vermemek”, “dikkat çekmemek” gibi içselleştirilmiş kaygılarla yaşıyorlar. Bu, bireysel bir korku değil; sistemin dayattığı sessizliğin doğal sonucu.
Emir-komuta zinciri içinde öğretmen, çoğu zaman sadece uygulayıcıdır. Ne düşüneceği değil, neyi ne zaman yapacağı belirlenmiştir. Bu da öğretmenin mesleki aidiyetini zedeler. Çünkü değer hissi, ancak söz hakkı olan bir yerde gelişir.
Bu sessizliğin nelere yol açtığını, çok net görebiliyorum.
Bir süre sonra rutin içinde kaybolmuş öğretmen kimliği ortaya çıkıyor. Artık neyi neden yaptığını sorgulamadığın, sadece yapman gerektiği için yaptığın bir meslek hâline dönüşüyor öğretmenlik. Ve bu, öğretmeni içten içe silmeye başlıyor.
Kurumsal İşleyişin Öğretmeni Bastıran Dinamikleri
Kamuda öğretmenlik, çoğu zaman sadece ders işlemekten ibaret gibi görünse de aslında öğretmeni şekillendiren asıl güç; okulun içindeki görünmez kurallar, yani kurumsal işleyiştir. Bu işleyiş ise öğretmenin neyi nasıl söyleyebileceğini, ne zaman ne kadar var olabileceğini belirler. Çoğu zaman bu işleyiş, öğretmenin sesini değil suskunluğunu ödüllendirir.
Özellikle kamu okullarında öğretmen olmak, sadece müfredatla baş etmek değil; aynı zamanda kuruma özgü hiyerarşik dinamiklerin içinde ayakta kalmaya çalışmaktır. Kimsenin yazmadığı ama herkesin bildiği kurallar vardır. Kimin ne zaman konuşacağı, hangi fikrin ne kadar “makul” sayılacağı önceden bellidir. Bu yüzden birçok öğretmen kendi düşüncelerini bastırmayı bir refleks hâline getirir.
Kamuda öğretmenlik sorunları, çoğu zaman bu bastırılmış alanlarda büyür. Çünkü sorun dile gelmediğinde görünmez olur ve görünmeyen sorun, çözülemeyen bir ağırlığa dönüşür.
Bu noktada birçok öğretmen, sadece eğitim vermeye değil; aynı zamanda kendini korumaya da çalışır.
İşte burada devreye giren şey şudur: Angarya işleri sırtlanan öğretmen, sessizliğin bedelini de taşır.
Toplantılar, belgeler, nöbet listeleri, idari iş yükleri… Öğretmenin asıl odağını sınıfından uzaklaştıran ama “işin gereği” sayılan onlarca angarya. Bu angaryalar da öğretmenin zamanını, enerjisini, hatta düşünsel alanını kaplar. Bir süre sonra kendini bir eğitimci gibi değil, bir memur gibi hissetmeye başlarsın.
Bu hisse uzun süre maruz kaldığında, öğretmenliğin anlamı da silinmeye başlar.
Kendini ne kadar verirsen ver, bir türlü yetmiyormuş gibi hissetmenin ardında bu bastırıcı yapı vardır.
Ve bu yapı, zamanla öğretmenin iç sesini de bastırır.
Tam da bu noktada bir öğretmen arkadaşımın cümlesi geliyor aklıma:
“Sadece mesleğimi değil, benliğimi de idareye göre ayarlamak zorunda kalıyorum.”
Bu cümle, kurumsal yapıların öğretmenin sesini nasıl sistemli şekilde bastırdığını düşündürüyor bana. Eğer sen de okul içinde fikirlerini dile getirmekte zorlanıyor, ifade alanı bulamıyorsan bu sadece kişisel bir çekingenlik değil. Bu durumun sistemsel nedenleri olduğunu fark etmek, ilk adım olabilir.
Bu Sessizlik Hâli Öğretmeni Nasıl Etkiliyor?
Sessizlik bazen bir duruş gibi gösterilir. Ama kamuda öğretmenlik yapan biri için sessizlik çoğu zaman bir zorunluluk hâlidir. Konuşmadığın için değil; konuşursan yalnız kalacağın, dışlanacağın ya da “uyumsuz” damgası yiyeceğin için susarsın. Bu suskunluk da zamanla yalnızca kelimeleri değil, içsel enerjiyi de tüketir.
Birçok öğretmenle yaptığım görüşmelerde bu cümleyi duyuyorum: “İçimde söyleyecek o kadar çok şey var ki ama nereye söylesem bilmiyorum.”
Bu, sadece bir iletişim sorunu değil. Bu, yıllar içinde biriken, sistematik olarak bastırılmış bir varlık sorunu. Kamuda öğretmenlik, bu anlamda sadece bilgi aktardığın bir meslek değil; aynı zamanda varlığını korumaya çalıştığın bir direniş alanı.
İfade alanı olmayan öğretmen, bir süre sonra düşünmeyi de bırakır. Çünkü düşünmek bile yorar. İçinden geçenleri sürekli süzmek, acaba uygun olur mu diye tartmak, idareyi rahatsız eder mi diye hesaplamak… Tüm bunlar seni sessizliğe mahkûm eder.
Bu sessizlik ise yalnızca dışsal değil; içsel bir tükenişe dönüşür. Bir sabah uyanırsın ve “Ben ne zaman bu kadar sessizleştim?” diye sorarsın kendine.
İşte bu hâl, tükenmişliğin en sessiz hâlidir ve bu belirtileri fark etmek çoğu zaman geç olur.
“Kamuda öğretmen olmak zor mu?” sorusunun yanıtı tam da burada gizli. Zor olan sadece işin kendisi değil, duygusal olarak görünmez kalmak.
Çünkü ne kadar çalışırsan çalış, senin emeğin ancak kriz anlarında hatırlanıyor. Başarısızlıkta sorumlu sensin, başarıda sessiz figürsün.
Bu, zamanla öğretmenin öz değerine zarar verir.
Bu yüzden bu sessizlik hâli, öğretmenin sadece dış sesini değil, iç sesini de boğar.
Görünmeyen Emeğin Farkına Varmak ve Değerini Korumak
Bir gün boyunca yaptıklarını tek tek yaz deseler, muhtemelen neresinden başlayacağını bilemezsin. Çünkü kamuda öğretmenlik, sadece ders anlatmakla açıklanamayacak kadar çok yönlü bir emek içerir. Sınıf düzeninden rehberliğe, kriz yönetiminden evrak işlerine, veli görüşmelerinden sosyal sorunlara kadar uzanan dev bir liste… Ama tüm bunlar çoğu zaman görünmez kalır ve görünmeyen emek de zamanla değersizleşmeye başlar.
Kamuda öğretmenlerinin görünmeyen emeği, sadece iş yükü değildir; aynı zamanda duygusal, zihinsel ve ilişki odaklı bir yıpranmadır. Öğrencinin bir cümlesi gününü etkiler, bir velinin tutumu moralini alt üst eder, bir idarecinin bakışı senin sınırlarını yeniden çizer.
Ama bunların hiçbiri veriye dönüştürülemez ve sistemde veri yoksa değer de yoktur.
İşte bu yüzden öğretmenin en temel ihtiyacı, bu emeği önce kendi içinde fark etmektir.
Kamu eğitim sisteminde öğretmenin rolü, sadece bir içerik aktarıcı olmak değil. Ama sistem seni bu role indirgemeye çalıştıkça, içindeki değeri kaybetmen an meselesidir.
Bu noktada öğretmenin kendi değerini tanıması, onu dış tehditlerden daha güçlü kılar.
Çünkü sen kendi emeğini görmeye başladığında, onu korumak için de adım atmaya başlarsın.
Benim en çok önemsediğim dönüşüm noktası işte burada başlar.
Kamuda öğretmenin özsaygı mücadelesi, onun sesini yükseltmesiyle değil; önce içinden gelen sesi yeniden duymasıyla başlar. “Benim yaptığım şey değerli” diyebildiği an, her şey değişir.
Evet, görünmeyen emek fark edildiğinde yalnızca değer kazanmaz; öğretmenin kendine olan güveni de yeniden filizlenir.
Koçluk Desteğiyle Öğretmenin Kendi Sınırlarını Çizmesi
Tüm bu yükün ortasında kendine şu soruyu sormuş olabilirsin: “Ben nereye kadar dayanacağım?”
Kamuda öğretmenlik, yıllar geçtikçe sadece bir meslek değil, bir tahammül testine dönüşebiliyor. Sistem senden sürekli daha fazlasını istiyor ama hiçbir noktada “Peki sen nasılsın?” diye sormuyor.
İşte bu yüzden öğretmenin kendi sınırını çizmesi bir lüks değil; bir hayatta kalma stratejisidir.
Benim koçlukla sunduğum şey tam da bu noktada başlıyor. Sana ne yapman gerektiğini söylemek değil; yıllardır bastırdığın, yok saydığın, görmezden gelmek zorunda kaldığın o iç sesi yeniden duymanı sağlamak.
Çünkü sen yalnızca ders anlatan biri değilsin. Aynı zamanda düşünen, hisseden, yorulan ve zamanla tükenen bir insansın. Ve bu tükenmişliği durdurmanın ilk adımı; sınır koymayı öğrenmek.
Koçluk süreci, öğretmenin kendini yeniden duyması için güvenli bir alan sunar. Kimi zaman “hayır” diyebilmeyi, kimi zaman içten içe taşıdığı öfkeyi anlamlandırabilmeyi, kimi zaman da sadece durup nefes almayı mümkün kılar.
Bu süreçte en çok karşılaştığım cümlelerden biri şu:
“Ben aslında böyle hissettiğimin farkında bile değildim.”
Çünkü kamuda öğretmenlik çoğu zaman farkındalığın değil, otomatikleşmenin içinde sürer. Düşünmezsin, hissetmezsin, sadece yaparsın. Ama bu seni sen olmaktan uzaklaştırır.
Koçlukla, yeniden hatırlarsın: Nerede durman gerektiğini, neye evet, neye hayır demen gerektiğini, neyi hak ettiğini…
Sen sınırını çizdiğinde, sistem değişmeyebilir. Ama sen o sistemin içinde kendine ait bir yer açabilirsin.
Bu alan büyüdükçe de yalnızca sen değil, öğrencilerin de değişmeye başlar. Çünkü en güçlü öğretmen, önce kendini tanıyandır.