Çok uzun zamandır öğretmenliğin nasıl anlatıldığını dinliyorum. Her konuşmada, her özel günde, her yeni atamada aynı cümle yankılanıyor: “Öğretmenlik kutsal meslektir.” Kutsal meslek söylemi kulağa ne kadar güzel, ne kadar onurlu geliyor değil mi? Ama içten içe şunu da soruyorum: Bu sözün ardında ne gizli? Kutsal meslek öğretmenlik söylemi gerçekten öğretmeni onurlandırıyor mu, yoksa yavaş yavaş tüketiyor mu?
Bugün seninle bunu konuşmak istiyorum. Çünkü ben de senin gibi hisseden, senin gibi çabalayan, ama çoğu zaman görünmeyen emeğin altında ezilen bir öğretmeni tanıyorum. Belki o sensin. Belki de çok yakında böyle hissedeceksin. Kutsal meslek öğretmenlik söylemi, zamanla bir alkıştan çok bir baskıya dönüşüyor ve bu baskının ağırlığı, çoğu zaman dışarıdan anlaşılmıyor.
Bu içerikte öğretmenliğin kutsallığını değil, bu kutsallık algısının nasıl bir duygusal yük, nasıl bir tükenmişlik yarattığını konuşacağız. Öğretmenlik neden kutsal görülüyor? Bu söylemin ardında hangi beklentiler var? Bu beklentiler öğretmeni neye dönüştürüyor?
Çünkü artık romantik anlatıların değil, gerçek deneyimlerin konuşulma zamanı. Gerçekten öğretmenliğe değer vermek istiyorsak, önce bu kutsiyetin ağırlığını fark etmek zorundayız.
“Kutsal Meslek” Söylemi Nereden Geliyor?
Bize öğretmenliğin kutsallığı daha ilkokul sıralarındayken anlatılmaya başlanıyor. Elimizi öptüren, bizi ayağa kaldıran, gözümüzde büyütülen bir figür olarak öğretmen… Ve zamanla bu büyütülme, idealize edilmeye dönüşüyor. Kutsal meslek öğretmenlik söylemi de işte tam bu noktada devreye giriyor: Öğretmeni toplumun gözünde dokunulmaz ama bir o kadar da ulaşılmaz, güçlü ama bir o kadar da yalnız bir yere yerleştiriyor.
Peki neden böyle? Çünkü kutsallık, tarih boyunca itaati ve sorgusuz kabullenişi beraberinde getirmiştir. “Öğretmenlik neden kutsal görülüyor?” sorusunun cevabı da burada saklı: Bu söylem, öğretmeni sistemin içinde sorgulamadan çalışması gereken bir figüre dönüştürmek için kullanılıyor. Eleştirme, sorgulama, hak talep etme; kutsal addedilen bir figür için hoş karşılanmaz.
Oysa öğretmen bir kahraman değil. Bir insan. Etkilenen, yorulan, düşen, kırılan, yeniden kalkmaya çalışan bir birey. Ama kutsal meslek algısı, öğretmenin bu insani tarafını görmezden gelmeye zorluyor hepimizi. Sanki onun duygularının, ihtiyaçlarının, sınırlarının adı bile anılmamalıymış gibi.
Bu durum zamanla öğretmenlikte kutsallık algısı ile bireyin öz değerleri arasındaki bağı koparıyor. Kutsal olmak, bir yücelik değil; çoğu zaman bir suskunluk hâline dönüşüyor. İşte bu yüzden bu söylemi romantikleştirmek yerine, sorgulamak gerekiyor.
Toplumun Öğretmenden Beklentisi: Sonsuz Fedakârlık
“Kutsal meslek öğretmenlik” dendiğinde beraberinde gelen en güçlü beklenti şu: Fedakârlık. Hem de sonu olmayan bir fedakârlık. Saatin önemi yok, ücretin karşılığı yok, ruh hâlinin bir kıymeti yok. Çünkü toplumda öğretmene biçilen rol, hep veren, hep susan, hep sabreden biri olmak.
Öğretmenlik ve fedakârlık neredeyse eş anlamlı hâle geldi. Oysa fedakârlık, karşılıklı olursa değerli. Ama öğretmenden beklenen şey, karşılıksız emek vermesi. Çünkü toplum zihninde hâlâ şöyle bir yargı var: “Öğretmenlik para için yapılmaz.” Bu cümle her söylendiğinde içim burkuluyor. Neden bir meslek, geçim derdiyle yan yana gelemesin? Neden bir meslek mensubu, insanca bir yaşam istediğinde suçlu gibi hissediyor?
Gerçek şu ki, öğretmenlikte karşılıksız emek bir erdem değil, bir yük hâline gelmiş durumda. Bu yükü taşıyan öğretmenlerin sesine de kulak verilmiyor. Çünkü hâlâ pek çok kişi, öğretmenin kendi hayatını ikinci plana atmasını, özel yaşamını mesleğe feda etmesini bekliyor. Çünkü kutsal görülen şeyin bedeli olmaz sanılıyor.
Bu yaklaşım ise öğretmeni insan olmaktan çıkarıyor. Kendi ihtiyaçlarını, sınırlarını, hatta hayallerini göz ardı etmeye zorluyor. “Madem kutsalsın, o zaman kendini düşünemezsin.” İşte bu, en büyük yanılgı.
Toplumun gözündeki bu idealize edilmiş beklenti, gerçek öğretmen kimliğinin üzerini örtüyor. O yüzden ben artık bu söylemleri yıkmak istiyorum. Çünkü gerçek değer, öğretmenin her şeyi feda etmesinde değil; ayakta kalabilmesinde.
Bu Söylem Öğretmenin Günlük Yaşamını Nasıl Etkiliyor?
Günlük hayatında öğretmen olarak neler hissettiğini tahmin edebiliyorum. Çünkü birçok öğretmenle konuştum ve aynı şeyleri söylediler: “Kendime zaman ayırınca suçluluk hissediyorum.” İşte kutsal meslek öğretmenlik söylemi tam da burada sessizce devreye giriyor. Senin dinlenmeni, yorulmanı, hayır demeni bile kabahat gibi gösteriyor. Çünkü zihnimize kazınan algı şu: “Öğretmen her şeye katlanır.”
Bu anlayış yüzünden birçok öğretmen sabah yorgun kalkıyor, teneffüslerde dinlenemiyor, eve geldiğinde dahi kafasını susturamıyor. Öğretmenlikte bireysel sınırların yok sayılması, sadece fiziksel değil; duygusal olarak da seni eritiyor. Kendi ihtiyaçlarını görmezden geldikçe, içten içe tükenmeye başlıyorsun. Ama bunu kimse fark etmiyor, çünkü sen görünüşte “iyi”sin. İyi öğretmen, iyi çalışan, iyi örnek…
Ama sen gerçekten iyi misin? Yoksa sadece beklentileri karşılayacak kadar sessizleşmiş misin?
Bu noktada birçok öğretmenin yaşadığı ortak duygu ortaya çıkıyor: Yetersizlik. Yani ne yaparsan yap, yetmiyor gibi hissetmek. Kutsal söylem ile bireyin bastırılması, işte tam da bu psikolojik döngüde en çok kendini gösteriyor. Ne yazık ki bu duygu da zamanla seni kendini yetersiz hissetmeye götürebiliyor. Oysa mesele senin yeterli olup olmaman değil. Mesele, senden beklenenlerin insan oluşunla çelişiyor olması.
Sessizce Katlanmak: Duygusal Emek ve Yorgunluk
Bazen sesini çıkarmadan devam ediyorsun ya… İşte en yorucu olan da bu. Ne kadar yorgun olsan da sınıfta gülümsüyorsun, ne kadar dolsan da teneffüslerde susuyorsun. İçinde fırtına koparken dışarıdan sakin görünüyorsun. Çünkü sana “yakışan” bu oldu hep, değil mi?
Kutsal meslek öğretmenlik söylemi, işte bu suskunluğu dayatıyor. Bir şey dememen, dile getirmemen, her şeye rağmen devam etmen bekleniyor. Ama öğretmenlerin duygusal yükü her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor. Çünkü sen yalnızca bilgi vermiyorsun; kaygı dinliyorsun, aile içi problemlerle yüzleşiyorsun, çocukların yaşam yükünü omuzluyorsun ve bunların hiçbirine dair resmi bir destek sistemin yok.
Bu noktada öğretmenlikte tükenmişlik sadece bir sendrom adı değil; her sabah zorla uyanmak, anlattığın şeyi hissedememek, artık sesinin bile seni yorması…
Bu yorgunluk; bedeninin değil, duygularının yorgunluğu. Her gün kendinden verip hiçbir yerden geri alamamanın yorgunluğu.
Ama şunu söylemek zorundayım: Bu senin suçun değil. Sen “duygusal emek” veriyorsun ama o emeğin bir karşılığı yok. Çünkü sistem, bu emeği “mesleğin doğası” sayıyor. Halbuki bu doğa, insanı görmeyen, yalnızca işlevsel olanı öven bir yapı üzerine kurulmuş.
Senin sessizliğin konfor sağlıyor olabilir birilerine. Ama senin tükenişin, seni senden uzaklaştırıyor. O yüzden bu sessizliğin dili çözülmeli artık. Çünkü katlanmak, öğretmenin kaderi olmak zorunda değil.
Öğretmenin Sınırlarını Aşındıran Kutsiyet Algısı
Öğretmenliğe kutsiyet atfedildiğinde, o kutsiyetin sınırları da belirsizleşiyor. “Ne kadar çok verirsen, o kadar iyi öğretmensin” düşüncesi yavaş yavaş zihinlere kazınıyor. Ama burada fark edilmeyen çok önemli bir şey var: Kutsal meslek söylemiyle birlikte, öğretmenin bireysel sınırları da göz ardı ediliyor.
İdealize edilmiş öğretmen kimliği ise bir insanın sahip olamayacağı kadar geniş ve yorucu bir kimlik. Her öğrenciyi anlamalı, her veliyle doğru iletişim kurmalı, her idari duruma sabırla yaklaşmalı… Hiç yükselmeden, hiç kırılmadan, hiç geri çekilmeden. Bu mümkün mü? Elbette değil. Ama toplum, sistem ve hatta meslektaşlar arasında bu rolü ne kadar içselleştirirsen, o kadar “iyi” sayılıyorsun.
Oysa öğretmenlikte bireysel sınırların yok sayılması, öğretmenin ruhsal bütünlüğüne zarar veriyor. Dinlenmeye hakkın yok, kırılmaya hakkın yok, duygusal olarak zorlandığını ifade etmeye hakkın yok… Çünkü sen “kutsalsın”, çünkü sen “örnek olmalısın”. Bu düşünce yapısı ise öğretmeni insanlığından uzaklaştırıyor. Sanki öğretmenliğin hakkını verebilmek için önce kendi duygularını bastırmak gerekiyormuş gibi.
Ama hayır. Öğretmenlik, kendini yok etmek değil. Aksine, kendine saygı duyarak başkalarına değer verebilme mesleğidir. Ve sen, önce kendi sınırlarını tanıdığında başkalarının sınırlarına da daha sağlıklı yaklaşabilirsin.
Tam da bu noktada, mesleki gelişim sadece bilgi ya da yöntemle değil, öğretmenin kendine olan farkındalığıyla başlar. Kendi sınırlarını bilmek, gelişimin ilk adımıdır.
Kendi İhtiyaçlarını Görmezden Gelmeden Öğretmen Olmak Mümkün mü?
Bu soruyu kendime de çok sordum: “Kendi ihtiyaçlarımı gözetirsem, iyi bir öğretmen olabilir miyim?”
Çünkü sistemin dayattığı anlayış hep şunu söyledi: “Önce öğrencin. Önce okul. Önce herkes… Sen en sona kalırsın.”
Ama artık biliyorum ki bu bakış açısı, kutsal meslek söyleminin öğretmene kurduğu en büyük tuzak.
Kendini sürekli yok saymak, seni daha iyi bir öğretmen yapmaz. Aksine, zamanla sesini kısar, iç sesini susturur ve seni kendi hayatından uzaklaştırır. Oysa öğretmenin kendi duygusal, fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarını fark etmesi bir bencillik değil; bir zorunluluktur. Çünkü sen iyi olmazsan, kimseye iyi gelemiyorsun.
Öğretmenin kendi ihtiyaçlarını gözetmesi, aslında daha sağlıklı bir öğretmen-öğrenci ilişkisi kurmanın da temelidir. Ama yıllardır bu hak, sanki bir ayrıcalıkmış gibi gösterildi. Tatil istediğinde nankör, dinlenmek istediğinde tembel, duygusal zorluk yaşadığında zayıf sayıldın.
Bu, sadece toplumsal bir algı değil; içselleştirilmiş bir suçluluk duygusudur. Ve bu suçluluk, yıllar içinde seni kendinden uzaklaştırır.
Ama ben şunu söylemek istiyorum: Evet, kendi ihtiyaçlarını görmezden gelmeden de öğretmen olabilirsin. Hatta ancak bu şekilde gerçekten var olabilirsin. Çünkü öğretmenlik, kendini tüketerek değil, kendini tanıyarak yapılabilecek bir meslek.
Koçlukla Mesleki Kimliği Kutsallıktan Gerçekliğe Taşımak
Bugüne kadar öğretmenliğin hep aynı kalıpla tanımlandığını gördüm: Kutsal meslek . Her yerde aynı cümle: “Bu iş kutsal, bu iş gönül işi.” Ama ben yıllardır öğretmenlerle çalışıyorum ve şunu açıkça görüyorum: Bu kutsiyet tanımı, öğretmenin gerçekliğini görünmez kılıyor.
Çünkü kutsal meslek öğretmenlik anlayışı, çoğu zaman öğretmeni insanlıktan çıkaran, beklentiyi sınırsızlaştıran bir yük hâline geliyor. Bu yük de zamanla öğretmenin kendi mesleki kimliğini sorgulamasına, hatta kaybetmesine neden oluyor. Sadece başkaları için var olmak, sadece vermek, sadece sabretmek… Bir yerden sonra içte bir boşluk bırakıyor.
Ben bu boşluğu çok iyi biliyorum. O yüzden koçluk sürecinde ilk yaptığım şeylerden biri şu oluyor: Öğretmenin kendi sesini yeniden duymasına alan açmak. Çünkü kutsal meslek kimliği sana yüklenmiş olabilir, ama senin gerçek kimliğin; hisleri, ihtiyaçları ve sınırları olan bir birey. Koçluk, bu bireyselliği suçluluk duymadan hatırlamanı sağlar.
Öğretmenlikte kutsallık algısı, senin gelişmeni değil, sabretmeni teşvik ediyor. Oysa ben senin gelişmeni istiyorum. Yeniden düşünebilmeni, yeniden yön çizebilmeni, kendi değerlerini hatırlayarak yeniden mesleğine bağlanabilmeni… Biliyorum ki bu dönüşüm mümkün.
Çünkü öğretmenliğin değeri, kutsiyetle değil; içtenlikle yaşandığında ortaya çıkıyor. Ve o içtenliği besleyen şey, senin kendinle kurduğun bağ.
Koçlukla, kutsal meslek öğretmenlik anlatısını yıkmadan; ama sana zarar veren yanlarını dönüştürerek gerçek bir yere taşıyabiliriz. Kendi merkezinden kopmadan, sistemin yüküne karşı kendi sesinle ayakta kalabilirsin.
Bil ki; bu sesi bulduğunda, artık hiçbir kutsiyet seni tüketemez.